9

 

“İLK TAŞI GÜNAHSIZ OLANINIZ ATSIN…”

10:47:06 | 2021-08-15
Sema Efe
Sema Efe     

“İLK TAŞI GÜNAHSIZ OLANINIZ ATSIN…”

Hiçbir yazıda bu kadar zorlanmamıştım. At izi it izine karışmıştı çünkü içimde; öfke, acizlik, suçluluk gibi duygularla boğuşuyor, kimi suçlayacağımı bilemiyordum ve canım en çok, kendimi suçlamak istiyordu. Ama öyle kolay mıydı insanın iğneyi de çuvaldızı da kendine batırması. Ayrıca yangınla ilgili herkes her açıdan konuşmuş, yazmış, dertlenmişti; yazmak için çok mu geç kalmıştım acaba? Her zamanki gibi şiir yetişti imdadıma. En önce ona sarıldım.

“Bahçeler çiçek kokarken henüz
Ağacınız varsa sizin
Masalınız varsa sizin
Masal ağaçları yapın kendinize
Seven şarkılar söyleyin.

Yelkenlere rüzgâr dolarken henüz
Deniziniz varsa sizin
Masalınız varsa sizin
Masal denizleri yapın kendinize
Yeni çizgenlere doğru gidin.

Kadınlar ana olurken henüz
Silahınız varsa sizin
Masalınız varsa sizin
Masal silahları yapın kendinize
Yaşamı ateşe vermeyin.”

Şükran Kurdakul YAŞAMI ATEŞE VERMEYİN isimli şiirinde böyle dese de, hayatı çoktan ateşe vermiştik biz. Elbirliğiyle vermiştik. Susarak, uyuşarak ya da korkarak yapmıştık bunu, bu kundakçılığı. Ya da “mini minnacık özel” hayatımızdan başka hiçbir şeyi görmeyecek kadar KÖR eylemiştik kendimizi. Böyle başlamıştı bu koskocaman Çağ Yangını. Şimdi de vakit, “onun hem körüğü hem de kıvılcımı olduğumuzu kabul etmek” vaktiydi. Çünkü yangınlar, seller, depremler, kuraklıklar, küresel ısınma, iklim değişikliği, derelerin nehirlerin kuruması, hepsi ama hepsi, çığlık çığlığa, Köprüden Önceki Son Çıkış’ta olduğumuzu anlatıyorlardı bize... O zaman ben de kendimle hesaplaşmalı, dünyanın şu gidişatındaki suçum, katkım nedir, bütün netliğiyle görmeliydim. Yoksa devran yine aynı dönerdi.

Yüzleşmeden önce, “Sema,” dedim kendime, “Kendini asla mağdur yerine koyma, HIRSIZIN HİÇ Mİ SUÇU YOK lafını asla etme, sadece ve sadece kendini didikle!”

Çünkü Yüzleşme ve Hesaplaşma dediğimiz şey, yalnızca Samimi İtiraflarla, Kendimizi Hiç Savunmadan, Ama ve Ancak gibi sözcükleri kullanmadan gerçekleşebilirdi...

Bu yüzden hiç acımadım ne kendime ne bize…

***

Dünyaya şirin mi şiirin bir kıyı kasabasında gelmiştim; dalları yollara köpür köpür taşan ağaçlar ve çiçekler, içi hayat kaynayan mis kokulu deniz, sevimli evler, çoğu bahçeli.  Meyve sebzenin âlâsı, dillere destan gün batımları, güneşin her daim nazlı ama görkemli bir biçimde doğması, rüzgâr, kar, yağmur hep dozunda ve en şahanesinden… İçine doğmuşum ya bu saydıklarımın, her birinin ne kadar kıymetli, ne kadar özel olduğunu yıllarca bilmedim, bilemedim ben. Sanıyordum ki dünyanın her köşesi böyle. Hatta doğadan gına gelmiş olmalı ki; düşlerimin tamamı şehirler üzerine.

 

Doğanın ne harikulade bir şey olduğunu anlamama yarayacak sayısız hikâyecik var elbet o yıllardan. Ancak gerçekten ayılmam, 80’li yılların ikinci yarısında olmuştur. Yıl 1987. O vakitler sıkı bir Cumhuriyet gazetesi okuruyum. Onun Bilim Teknik adlı bir eki var. Ek dediğime bakmayın, basbayağı bir dergi. Hafta sonları çıkardı. Perşembenin gelişini anlatırdı bize. Gelmekte olanı anlatırdı. Tabiat Ana’ya yaptığımız edepsizliklere dikkat çekerdi. Bugün, “Ne diyordu o dergi, ne öğrendin ondan?” deseler, hemen şunları sıralarım:

“Bu kâinat/bu gezegen öyle hassas dizayn edilmiş ki; hiçbir ağaçta hiçbir yaprak diğer yaprağın ışığını engellemez! Bir kediden tek tel bıyık koparsan o kedi artık eskisi gibi yürüyemez. Dengesini kaybeder. Ama sen ne yapıyorsun; Dünya’nın saçını başını yoluyorsun… Yapma! Bu gezegen, inançlıysan Allah’ının/Tanrı’nın emaneti sana, değilsen de Hayat denen koca bileşkenin! Hayat sadece Kendi Vatanın, Kendi Bayrağın, Kendi Dinin, Kendi Cins’in, Kendi Etnik Kökenin, Kendi Coğrafyan, Kendi Evin, Kendi Beslediğin Ağaç ve Hayvan’dan ibaret değil!”

 

Evet, anlamıştım! Ne ülkem, ne baba evim, ne kasabam asıl evim değildi benim; Dünya’ydı! Tabiat Ana’ydı. Birinci vazifem onlara iyi davranmak, onları sevmekti! (Bu konuda ne kadar ileri gitmişsem bazı dostlarım Kâinatın Kızı diyorlardı bana.)

 

Sonra kolları sıvadım ve artık “Mülkiyetçi” olmayayım diye, ne kadar “Kendimin” saydığım “Evim” varsa, ne kadar hapishanem, zaafım varsa hepsini yaktım! Da öyle girdim Dünya Evi’ne… Dünya, artık benim evimdi!  

 

Meğer asıl Mülkiyetçilik oymuş ve çok ağırmış, yükmüş insana… Çünkü bir sevmeye gör; gözbebeğin gibi, yetiştirdiğin evladın, çiçeğin gibi titriyorsun Dünya’nın üstüne. Anan, baban, kardeşin, dostun, yoldaşınmış gibi davranıyorsun ona. Hep bir kaygı, hep bir kaybetme korkusu. Demem o ki elbisesini, arabasını, teknesini, binasını, gençliğini, parasını kaybetmekten ödü kopanlardan farkım kalmadı o günden sonra...

 

Ayrıca yine o vakitler dedim ki kendime: “Bu tüketim işi dünyanın ve insanlığın başına bela! Sakın ola, onların kılına zarar getirecek en küçük bir çarkın en küçük dişlisi bile olma! Tüketim virüsünü insana aşılayan Reklam filmlerinde çalışma. Sakın ola araba alma, nasılsa bütün araçlar senin. Yeter ki paran olsun; atlarsın uçağa, vapura, trene, taksiye, gidersin gideceğin yere. Ne o öyle, aynı evdeki herkese ayrı ayrı araba…”

 

Görgüsüzlük ve doğaya saygısızlık saydım aşırı tüketimi. “Yettiği kadar,” dedim, “gerektiği kadar.” dedim. Dükkânlarda, mağazalarda hiç vakit geçirmedim, hiç mutlu olmadım oralarda. Eşim dostumla mecburen girdiğim her seferinde hırçınlaştım oralarda, soluk alamadım. Deli kız dediler bana, huysuz dediler. Oysa ben hissediyordum oralarda bir yanlışlık olduğunu. İnsanlığın oralarda, bugün değilse yarın error vereceğini görüyor, hissediyordum. Hırçınlığım bundandı. Bu kadar eşya, bu kadar dükkân, bu mahşeri kalabalık da neyin nesiydi böyle, ne demekti bu! Gözüm, gönlüm hep güneşi, göğü aradı hep. Ağacı, çiçeği, böceği aradı. Yani asıl akrabalarımı.

 

Bu dünyada bırakacağım hiçbir mülkü satın almadım; ne ev, ne bağ, ne bahçe. Çünkü Dünya benimdi, bana yeterdi, beni sever, bana kucak açardı… Kendimi çok güvende hissediyordum burada…

 

Suyu, meyveyi, yiyeceği, giyeceği, yani doğadan alınan hiçbir şeyi ziyan etmedim. Hayat, sonsuz bir geri dönüşüm olsun diye uğraştım. Beni yakından tanıyan herkes bilir bu huyumu. Ona hep teşekkür ettim. Çünkü bize, hiç usanmadan her gün, her mevsim, güneşini, ayını, sebzesini, meyvesini, yıldızını, rüzgârını gönderiyordu. Annemdi o benim, annemden farksızdı. Anneme pişirdiği yemekler ve diğer bütün yaptıkları için teşekkür etmemem nasıl ayıpsa, Tabiat Ana’ya da öyle olurdu… 

 

Dönüp hesaplaştığımda, bu dünyaya verdiğim zarar tükettiğim kâğıt kadardır. Bir de fazlaca et yemişliğim vardır. O da babamın kasap olmasından kaynaklıydı. Uzun yıllar ete sadece bir yiyecek olarak baktım. Sonra ise, yani gerçeği fark ettiğimde çok utandım kendimden. Şimdilerde et yemeyi çıkarmaya çalışıyorum hayatımdan. Sıfırlamak için çaba gösteriyorum. Ama biliyorum ki kolay olmayacak. Çünkü etrafımdaki hemen herkes et yiyor ve ben, gırtlağıma kadar, insanların içindeyim…  

 

Bunları, “Benim hikâyem bu, ya sizinki nasıl?” demek için, hepimiz dönüp kendi hayatlarımızı sorgulayalım diye yazdım…

 

Sahiden, nasıl bir hikâyedir sizinkisi?

Kaç yüz pabuç alındı mesela tarafınızdan?

Eskimeden ne kadar eşya değiştirdiniz evinizde, büronuzda?

Hiç gerekmediği halde bluzlar, paltolar, çizmeler, çantalar aldınız mı fazladan?

Sırf titizim diye böbürlenerek, deliler gibi ne kadar su harcadınız lavabonun başında? Saatlerce kaldınız mı banyoda?

Elektrikleri “keyfi” açık bıraktınız mı hiç?

Ya klima? Camı çerçeveyi açarak serinlemek varken, klimalarla bu dünyanın başını ne kadar ağrıttınız?

Kaç eviniz, kaç arabanız var?

Sırf yılda bilmem kaç gün geçireceksiniz diye satın aldığınız yazlıkların kaç ağacın ölümüne neden olduğunu düşündünüz mü hiç?

 

Emin olun ki bunlardır, bugünkü yangınların körüğü ve kıvılcımı… Çünkü her eşya doğadan koparılan bir şey ile yapılıyor; ama ağaçtır o koparılan, ama “Siyanürlü Altın’a Hayır” pankartlarıyla karşı çıktığımız madenlerde yapılmaktadır… (Mücevher düşkünlüğümüzü de ince ince sorgulamalıyız bence bu süreçte.)

 

Ha, bir de yangınlarda ölen hayvanlara döktüğümüz gözyaşlarımız var. Timsah gözyaşlarımız bizim. Ne de çok severiz onları. Balıkların ağlar dolusu çırpına çırpına avlanması mesela, çok iç acıtıcı bir meseledir. Mangalda cazır cuzur pişirdiğimiz etler de öyle; bir hayvana ait değil midir o yediğimiz et? Ne farkı var ki onların, ormanda yanan onca hayvandan?

 

 

Demem o ki, “söndürmediler, baktılar, yaktılar” demekle sıyrılamayacağımız kadar derin bir mesele bu. İlk taşı günahsız olanınız atsın, deseler inanın hiçbirimiz atamayız! Hepimiz günahkâr, hepimiz suçluyuz çünkü!

 

***

 

Bitmedi. Bu yazı üç bölümden oluşuyor. Biri, Ne Yaptık adını verebileceğimiz bu bölüm. İkincisi, Ne Yapmalıyız diye açıklayabileceğimiz ikinci bölüm. Üçüncüsüyse, Bir Tanıklık, Teşekkür ve Umut yazısı… Özellikle onu elden ele yaymanızı isteyeceğim sizden. Çünkü umuda, güzel bilgilere çok ihtiyacımız olan günlerden geçiyoruz.

Yazılar ardı ardına, neredeyse hiç ara vermeden yayımlanacaklar. Böyle üçe bölmemizin nedeni, sadece yer yetersizliği…




ETİKET :   sema efe ilk taşı günahsız olanınız yazsın globalkalem

Tümü
UA-147632479-1