9
Düşünüyorum da bir süredir, "Niye buralardan videolar çekip gönderiyorum ben?" diye...
Çeşitli cevaplar buldum bu soruma.
Sonra onları, bir bir elekten geçirdim.
Geriye biri kaldı ki kalburun üstünde, bayıldım!
Ah benim "kalburüstü" cevaplarım, pek severim hepsini!
Neydi peki o?
Mektup çağı çocuklarıydık biz! Herkes birbirine mektuplar yazardı en çok. "Nasılsın, iyi misin," diye başlayıp "sağlığına duacıyım" diye devam eden mektuplar... Şablon/kalıp laflar olsa da bunlar, samimiydiler. Çünkü o sözler, toplumsal alt belleğimizde ve gönlümüzde, kazılı duruyorlardı henüz. Otomatik refleksimiz nefret ve sevgisizlik değil, sevmek ve vicdan idi. Her ne kadar kötülüğün, ötekileştirmenin, nefret ve sevgisizliğin tohumu çoktan hoyratça atılmaya başlanmış olsa da dünyanın üstüne, kötülük henüz yeşermemiş, bu kadar dal budak salmamıştı hayatlarımızda.
Analarımız, babalarımız, ninelerimiz birer "Aktarıcı" idi ayrıca; ahlakın hasını, edep-erkânı, iyi yemek yapmanın püf noktalarını, gelenek ve göreneğin hayata yararı olanını, meseller, masallarla anlatırlardı bize... Telefonlar, televizyonlar da hayatımıza taht kurup bahtımızı karartmamış; çoluk çocuk sevinçle toplaşıp, radyolardaki Arkası Yarın'lar ve Radyo Tiyatrolarından, iyilik oyunları dinliyorduk henüz... Tabi en önemlisi de, bütün bunlara can-ı gönülden inanıyorduk. Çünkü “inanmak ve güvenmek” lügatimizde başköşedeydi, hayattaydı, yaşıyordu hâlâ; inanmamak, güvenmemek insana yakışmazdı ki... Vardı tabi herkesin hayatında bir iki voz voz sineği; olmaz mı hiç! Ama o kadar azdı ki… Yakınımızda bir iki dedikodu, bir iki ihanet döner, duyulur, ama umursanmazdı. Çünkü olurdu o kadar, olacaktı, hayattı bu… Der, geçerdik. Hatta demezdik bile; haydi bakalım marş marş, dönerdik hayallerimize, yarınlara… Ve defter yapraklarımıza, hayallerimizi de katarak kenar süsleri çizerdik…
Bütün o yazmalar çizmeleri öyle kutsuyor, öyle ciddiye alıyorsun ki; pırıl pırıl pahalı dolma kalemler, gözünün nuru renkli boya kalemleri ediniyorsun. Yaprakların ucu kıvrılmaya görsün; ayıplamasalar ütüleyeceksin… Öyleydi, yaşadın mı yoğunluğuna yaşayacaktın bir şeyi; defterler usanmalıydı titizliğinden, boya kalemleri yorulmalıydı ellerinde, mürekkepler parmaklarına yayılmaktan ikrahlık getirmeliydi, ama sen hiç vazgeçmemeliydin yazmaktan, hayal etmekten, sevmekten, tutkularından… (Nasıl kaptırıyor idiysem kendimi yazmanın ciddiyetine, dolma kalemi bastırmaktan parmağımın birinde nasır benzeri bir iz kalmıştır, bana o günlerden hediye…)
Sonra çocukluk bitti, büyüdük, genç kız olduk. Yazmalar devam etti; hatıra defterleri vardı artık, çiçekli, böcekli, kalpli, minik asma kilitli… Posta kutuları vardı bir de, Hey Dergisi’nden bulunmuş mektup arkadaşları için tutulan. Hiç görüşülmeyen o arkadaşlara, bir iki vesikalık fotoğraf, bir iki masumane sözcük gönderilir, sonra biter giderdi. Şimdiyi düşünüyorum da; sanırsın tabakhaneye deri yetiştiriliyor, bir telaş, Pürtelaş(!)… Yok, hayır, düşünmeyeceğim! Geçelim!
Sonra daha da büyüdük ve dünyanın kendi dünyamızdan ibaret olmadığını anlayıp yüzümüzü dünyaya döndük. Aman Allah’ım, neler yoktu ki onda; kan, şiddet, savaşlar, acı, açlık, sevgisizlik, yoksulluk, haksızlık… Haksız bir dünyaydı bu, çok haksız; adaletsiz, sevgisiz, hukuksuz, tekinsiz! O zaman acilen aynı yolun yolcusu, aynı davaya inanan dostlar, arkadaşlar bulmalıydık kendimize ki öfkemiz, mücadelemiz büyüsün! (Öfke ve ötekileştirme usul usul girmeye başlamıştı hayatımıza; çatırdıyordu işte yekpare dünyam…)
Yazan, çizen, daha iyi bir dünya düşleyen, başka bir dünya olabileceğine inanan, gidişata, süreçlere dur demeye hevesli yoldaşlar bulduk kendimize, tanıştık hepsiyle… Ama çoğu içerideydi onların, 12 Eylül zindanlarında çeşitli işkencelerden geçmiş ya da geçiyorlardı. Bizse dışarıdaydık! Mektuplar gönderdik onlara; deli dolu, sayısız, harıl harıl, umut kokan mektuplar… Hepsi de “Görülmüştür!” damgalı o şahane muhabbetlerimiz bizim… Kendi adıma söyleyebilirim ki, “Benim Üniversitelerim” idi onlar. Hepsini saklarım. Hatta bir gün kitaplaştırıp yayımlayacağım onları, bir “dönem tanıklığı” olarak! Belge Kitap olsunlar, diye... Neler yoktu ki içlerinde; o azıcık sayfalara, dünyaları, dünyanın kitabını, bilgisini sığdırırlardı… Biz yola yeni çıkmıştık, o yüzden böyle yapıyor, bildiklerini bize aktarıyorlardı… Ve posta kutuları, postanelerde değil apartman girişlerindeydi artık; sabah ayrı, öğleden sonra ayrı dolardı bizimki… Güneşe, güne merhaba demek gibiydi onları açmak... Koşa koşa giderdik başına; sevgili dostlarımız bu defa ne demiş, bize ne aktarmışlar diye… Tabi sadece mapusluk değildi bizlere mektup yazdıran, bir de tayin nedeniyle uzak şehirlere gidenlerimiz vardı; Gülcano’muz gibi... Hasta olup eli ayağı tutmayan, hayata tek başına karışamayan, bu dünyadan çok erken gideceği belli olanımız vardı, Kemal Kale gibi; sevgili Kemal, şiirlerin hâlâ ışıldaktır bize… Bazen de biz giderdik, yedek subaylık gibi nedenlerle uzak, yoksul ve yoksun yerlere…
Peki, ne demekti bu? Yani, birbirimize bu türden mektuplar yazmak?
Aktarıcılıktı!
Dışarıdan içeriye, hayatı taşımaktı!
Yoksunluğa, umudu taşımaktı…
Hayat, dostun eksiğini gediğini tamamlayınca güzelleşiyordu çünkü! Ancak böyle güzelleşirdi; bilgisi eksik olana bilgi, moralsiz kalana umut, darda kalana destek, doğadan uzaktakine çiçek, böcek, sözcük taşıyacaktın, kucak dolusu…
Çünkü bizler; hem anası, babası, atası “Aktarıcı” olan çocuklardık, hem de bildik bileli “Dayanışma” hayatımızın tam orta yerindeydi…
Ve demişlerdi ki bize,
“Bu hayatta olmanın başka da bir değeri ve bir önemi yok!
Sanırım bu yüzden onca fotoğrafı ve videoyu paylaşıyorum sizinle...
ir sonraki yazımda, o mektuplardan bir kaçını paylaşacağım buradan; dostluklar, insanlar, bir vakitler nasılmış, bir daha hatırlayalım diye… Hayatlarımızda artık mektup yok, ona bir minik saygı duruşu olsun diye… Belki yine yazmaya heves ederiz diye… Neyse! Umut, sağlık ve sevgi baki olsun hayatımızda; gerisi gelir nasılsa…
Sema Efe-Global Kalem