9
Epey oldu şöyle dolu dolu muhabbet etmeyeli. Çünkü uzun bir kışın içine düşmüştüm; yaşama, insan içine çıkma ve konuşma hevesim kaçmıştı. “Donup kalmak” gibi bir şeydi. Işığım çalınmış, matlaşmıştım. O zaman da pek bir önemi kalmıyor görüşmelerin. Umudu, sevinci, neşeyi taşıyamadıktan sonra... Yol da (itiraf etmeliyim ki) epey uzundu, dönmek zor oldu.
Hâlbuki ne de güzeldi dünya. Ülkem de öyle. Her şey tıkırındaydı. Gül gibi geçinip gidiyorduk işte. Kimse dünyanın kılına zarar getirmiyor, kimse kimseye haksızlık etmiyor, herkes insanca yaşıyor, yöneticilerimiz “aman üzülmeyelim, incinmeyelim” diye gözümüzün içine bakıyor, bize haksızlık etmemek için ve mutlu olalım diye kılı kırk yarıyor, üzerimize titriyorlardı. Kimse aç açıkta değildi. Ne kadar adil bir dünyaydı bu; insanlar mutlu, umutluydu, birbirine sevgiyle yaklaşıyor, istediğini yiyip içebiliyor, ihtiyacı olan her şeye rahatlıkla ulaşabiliyordu. Öfke, hiddet, şiddet, kavga, ötekileştirme, sümme hâşâ yoktu. Peki, bu kadar eşit ve adil bir dünyada bu küskünlük de neydi böyle. Nankör müydüm ben yoksa? Belki de iflah olmaz bir şımarıktım; insan böyle “yediği önünde yemediği arkasında” yaşarken, di’mi ya… Kalktım ben de doktora gittim… Belki dedim ruhum güzelleşir yeniden, ben güzelleşirim… Dedi doktor, “bahar iyi gelir, az sabret.” Bir de her gün, muntazaman şiir alacak, doğaya dalacak, yürüyecekmişim. Sonra elime bir tomar yazı tutuşturdu. “Bunları sabah akşam birer draje oku!” dedi. Neden, dedim. “Baksana kızım,” dedi, “ruhunun rengi ruhsarı kaçmış. Acilen toparlan, böyle yaşanmaz.” Ben de oturdum okudum onun verdiklerini. Ve de uyguladım. Galiba iyi geldi.
Doğaya yakın, internete, televizyona, basına uzak duruyordum artık. Bulutu, ağacı, göğü seyrediyordum. Su içtim. Bahçelerde oturdum. Şarkılar mırıldandım, kitaplarda gezindim. İnsanlara gülümsedim. Sokaklarda çevreme bakındım. Kimseye kızmamaya çalıştım, kimseyle tartışmadım. (İtiraf etmeliyim ki bu ikisi konusunda sınıfta kaldım.) Dinlendim. Güzel bulduğum her şeye baktım. Sevdiğim renkleri kuşandım; renk oldum. Sevdiklerimi aradım, sohbetler ettim; insan oldum. Sonra susup rüzgâra bıraktım yüzümü; galiba rüzgâr oldum. Nehirlerle birlikte aktım, büyücü oldum. Yaşamak serüveninin ihtişamına kapıldım. Kendimi parçalamadan sevmeyi, dertlere gülüp geçmeyi, dağlara bakıp ferahlamayı, yolları seyretmeyi, yolda yürümeyi, kalpten sevmeyi, şiiri, teslimiyeti öğrendim. Alçak sesle, bağırmadan ve gülümseyerek konuşan insanların hayatına sokuldum; ciddiyetin ve ağır insan olmanın suratsız olmayı gerektirmediğini öğrendim! Çalan telefonlarını bile gülümseyerek, tatlı bir tebessümle açıyorlar, kendilerini alçak sesle ifade ediyorlar, kalpten kalbe köprüler kuruyorlardı. Güllerin açılışını seyrettim sonra sabırla… Niye böyle diyorum? Malum, bizler bir gülün açılışı üzerine günlerce söylev verecek kadar “donanımlı” ama bir gülün açılışını “seyredemeyecek” kadar “zamansızdık.” Seyrettim sadece, seyrettim ve hissettim...
Şimdi iyiyim, sakinleştim. Sustum… Ama şimdilik! Yoksa müzevirleyeceğim, aktaracağım, teşhis ve tespit ettiğim şey çok. Şiirden, şiirin hayatta ne kadar lazım bir şey olduğundan söz edeceğim mesela sonraki yazılarımda… Hepimizin ne kadar “minik birer Faşist” olduğumuzun itirafçısı (!) olacağım sonra. Bunların hep şiirsiz, şiirden habersiz, şiirden uzak kaldığımız için olduğunu iddia edeceğim belki de… Ayrıca inatçı, asi müziklerden söz edeceğim güzel güzel; yeni, güzel gençlerin yaptığı müziklerden… Umuttan bile söz edebilirim… Hatta, hatta; niye küstüm geçenlerde ben bu dünyaya, ondan da söz edebilirim... Ölümler, dirimler, soMbaharlar, gidenler, kalanlar, gelenler, gidemeyenler, kalamayanlar, gelemeyenler filan…
Neyse! İyilikler diliyorum hepimize, yeter ki sevgi baki olsun…
Sema Efe-GlobalKalem
-- Adversting 7 REKLAM ALANI --