9

 

Almanya Sol Parti Milletvekili Dağdelen:Üçüncü dünya savaşını engellemek için acil diplomatik girişimlere ihtiyaç var

Küba’da konuşan Almanya Sol Parti Milletvekili Sevim Dağdelen, bloklar arası çatışmanın üçüncü dünya savaşına varmasını engellemek için acil diplomatik girişimlere ihtiyaç olduğuna işaret etti.

11:38:19 | 2023-02-05

GlobalKalem

Küba’nın başkenti Havana’da, 25-28 Ocak tarihleri arasında “Dünyanın Dengesi Konferansı” gerçekleştirildi. Uluslararası düzeydeki konferansa 80’i aşkın ülkeden 1100 misafir katıldı. Almanya Sol Parti’den (Die Linke) Federal Meclisi milletvekili olan Sevim Dağdelen de Ukrayna savaşı merkezinde bir konuşma gerçekleştirdi.

“İnsanlığın denge ve çeşitlilik içinde barış içinde bir arada yaşaması nasıl mümkün olabilir” sorusunun savaş, militaristleşme ve üçüncü bir dünya savaşına kadar varabilecek bir gerginliğin yükselmesi potansiyelini içinde barındıran bloklar arası çatışma göz önünde bulundurulduğunda “var olma veya yok olma” anlamına geldiğine dikkat çeken Dağdelen’in konuşmasının tamamı şöyle: 

ALMANYA, UKRAYNA SAVAŞININ TARAFLARINDAN BİRİ HALİNE GELDİ

Bugün burada sizlere, Ukrayna’daki çatışmada savaşan taraflardan biri olan bir ülkenin parlamentosunun üyesi ve sol görüşlü muhalif bir siyasetçisi olarak konuşuyorum. Almanya sadece Batının Rusya’ya karşı yürüttüğü örneği görülmemiş ekonomik savaşa katılmış durumda değil. Almanya aynı zamanda ve her şeyden önce, ağır silahlar teslim etmek, Ukraynalı askerlere eğitim vermek ve istihbarat desteği sağlamak suretiyle, Ukrayna topraklarında Rusya’ya karşı ABD liderliğinde sürdürülen vekalet savaşına dahil olmuştur. ABD’nin yoğun baskısı sonucunda Federal Hükümet Ukrayna’ya Leopard savaş tankları göndermeye de karar vermiştir. Bu karar, gerginliği tırmandıracak olan son derece tehlikeli bir gelişmedir ve Almanya’yı Rusya’ya karşı sürüp ateşe atmanın da yolunu açmaktadır.

ACİL DİPLOMATİK GİRİŞİMLERE İHTİYAÇ VAR

Bugüne kadar ağır savaş tanklarının sevkiyatı mutlak bir tabu olmuştur ve Federal Şansölye (Başbakan) Scholz tarafından kırmızı çizgi olarak görülmüştür. Bu bağlamda Almanya’da savaş propagandasının nasıl ekstra hız kazandığını görmek son derece kaygılandırıcıdır. Bu kapsamda Alman kamuoyunda ve ana akım medyada bu adım önemli bir kilometre taşı olarak kutlanmaktadır. Federal Hükümetin ağır savaş tankları gönderme kararını almasının hemen ardından, şimdi de savaş uçaklarının gönderilmesi talebi ileri sürülmektedir. Askeri gerginliğin tırmandırılmasına dayalı bu mantık çerçevesinde savaş uçaklarının ardından savaş gemilerinin, balistik füzelerin en nihayet askeri birliklerin gönderilmesi gündeme gelecektir. Ukrayna’daki savaşı sona erdirmek ve gerginliğin Almanya’yı ve Avrupa’yı kapsayacak şekilde tırmanmasını engellemek için, acil olarak diplomatik girişimlere gereksinim vardır.

Ukrayna’daki savaş insanlığı bu yolda yıllarca ve hatta onlarca yıl geri götürmüştür. Bunun göz önünde bulundurarak, sunumumda aşağıdaki soruları ele almak istiyorum:

Bu savaşın ortaya çıkışına nasıl bir açıklama getirilebilir?

Bu savaş, özellikle kendileri savaşa dahil olmasa bile sonuçlarından önemli ölçüde etkilenen güney yarım küredeki devletler açısından da hangi küresel etkilere yol açmaktadır?

Çatışmadan çıkmanın olası yolları nelerdir ve barış içinde bir arada yaşama ve denge temeline dayalı bir dünya düzeni için bugün hangi perspektifler bulunmaktadır?

ABD ORTAK GÜVENLİK DÜZENİ İSTEMİYOR

Hareket noktamı oluşturan tez üç bölüme sahiptir.

Birincisi; Ukrayna’da devam eden vekalet savaşı, ABD’nin sonu yaklaşmakta olan tek kutupluluk çağında sınırsız küresel egemenliğini koruma çabasının bir ifadesidir. Bu stratejinin temel bileşenlerinden birisi, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ABD’nin Avrupa’da Rusya’yı da içine alan ortak bir güvenlik düzenini önleme yönünde gösterdiği çabalarıdır. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan savaş, dolayısıyla aynı zamanda Avrupa’nın ve AB’nin komprador burjuvazinin siyasi egemenliği nedeniyle ABD’yle olan bağımlılık ilişkisini kesememesinin, yanı sıra kendi halklarının çıkarlarını temel alarak barış, istikrar ve refahı hedefleyen egemen bir politika izleyememesinin de bir sonucudur.

AVRUPA EKONOMİSİNİ KENDİ ELİYLE YOK EDİYOR

İkincisi; Rusya’ya karşı her şeyden önce ekonomik düzlemde de sürdürülen savaş, aynı zamanda içe dönük bir sosyal saldırı anlamını da taşımaktadır. Bu çılgın ekonomik savaş, Avrupa açısından ekonomisini kendi eliyle yok etmesi anlamına gelmektedir ve Batı ittifakı içindeki güç dengesinin ABD lehine kayması yönünde teşvik edici bir rol oynamaktadır. Rusya’ya karşı başlatılan seferberlik kapsamında hayata geçirilen benzersiz militaristleşmeye paralel olarak yaşanan diğer gelişme, NATO ülkelerinde servetin aşağıdan yukarıya doğru yoğun bir şekilde yeniden dağıtılmasıdır. Bir yanda düşük gelirliler adeta bir patlamanın yaşandığı enerji ve gıda harcamalarının üstesinden nasıl gelebileceklerini bilemezken, enerji tekelleri milyarlarca ek kâr elde etmektedir.

BATI GÜNEY YARIMKÜRE ÜLKELERİNİ REHİN ALIYOR

Üçüncüsü; Batı, Rusya’ya karşı yürüttüğü hegemonya çatışmasında güney yarımküre ülkelerini rehin almakta ve böylece kendisini giderek daha fazla izole etmektedir. Bu bağlamda gıda ve enerji fiyatları giderek artmakta, açlık ve yoksulluk yaygınlaşmakta ve dünyanın zaten daha kırılgan olan bölgelerinde ekonomik kalkınmanın önüne yeni engeller çıkarılmaktadır. İşte bu gelişmeler de bu çatışmanın yol açtığı acımasız diğer yan hasarlardır. Savaşın yol açtığı küresel sonuçlar, diğer yanda Batı tarafından propagandası yapılan “kurallara dayalı uluslararası düzen”e duyulan güvenilirliğin yitirildiği göz önünde bulundurulduğunda, Afrika, Latin Amerika ve Asya’daki pek çok devletin Ukrayna savaşında tek yanlı olarak taraf olmayı kabul etmemesi de anlaşılabilir bir tutum olmaktadır. Rusya’yı parya bir devlete dönüştürme yolundaki çabaların başarısızlığa uğraması, Batı’nın, giderek daha fazla çok kutuplu hale gelen bir dünyada kendi hegemonyasını kurma projesinin sınırlarını gözler önüne sermektedir.  

RUSYA’NIN SALDIRISI ULUSLARARASI HUKUKUN İHLALİDİR

Çatışmanın hangi çözümlerle sonlandırılabileceği konusunu konuşmadan önce, kaçınılmaz olarak onu ortaya çıkaran gelişmelere bakmak gerekir. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının uluslararası hukukun ihlali anlamında geldiğini tüm açıklığıyla ifade etmek isterim. Ve bu ihlali ne Batı’nın uluslararası hukuku ihlal etmesiyle ne de NATO’nun Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Rusya’nın sınırlarına doğru genişleyeceği konusunda verdiği teminata uymamasıyla gerekçelendirmek mümkündür.

Ancak Ukrayna’daki savaşın bir geçmişi vardır ve buna işaret edilmeden geçilmemelidir. Ukrayna’daki savaş, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin dolaysız sonucudur. Farklı blokları karşı karşıya getiren Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin ardından 1990 yılında kararlaştırılan “Paris Şartı”nın ruhuna uygun olarak bir “Avrupa Ortak Evi” inşa etme fırsatı doğmuştu. Ancak Batı bunu tercih etmeyerek, Rusya’yı sistematik biçimde köşeye sıkıştırdı. Francis Fukuyama tarafından ilan edilen “tarihin sonu”nun geldiği ve dolayısıyla piyasa ekonomisinin daha üstün olduğu düşüncesinin verdiği kibirle hareket eden ABD, Rusya’yı Soğuk Savaş’tan mağlubiyetle ayrılmış taraf konumuna düşürmek için elinden gelen her şeyi yaptı.

AVRUPA GERGİNLİĞİ ÖNLEYECEK ÇÖZÜM GELİŞTİREMEDİ

NATO’nun giderek Rusya sınırına daha çok yaklaşması, Rusya açısından, kendisi için varlık-yokluk sorunu olarak gördüğü güvenlik çıkarlarının ihlal edilmesi anlamına gelmektedir. Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya kabul edilmesini açıkça kendisi açısından kırmızıçizgi olarak nitelendirmiştir. ABD’nin deyim yerindeyse henüz rüştünü ispatlamamış uyduları konumunda bulunan AB ülkeleri, Ukrayna’daki gerginliğin askeri açıdan tırmanmasını önleyecek diplomatik bir çözüm bulamamıştır. Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel ve eski Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, Batı’nın Minsk Anlaşmaları’nın uluslararası şartlarını yerine getirme konusunda asla gönüllü davranmadığını itiraf ederek, aksine asıl meselenin silahlanma için zaman kazanmak olduğunu ifade etmiştir.

Batı, Rusya’nın saldırılarının başladığı 24 Şubat 2022 tarihinden sonra dahi, Ukrayna savaşına barışçıl bir çözüm bulunmasını engellemeye çalışmıştır. Son olarak, Mart 2022 sonunda Türkiye’nin arabuluculuğunda Rusya ile Ukrayna arasında İstanbul’da umutlandırıcı müzakereler yapılmıştır. Her iki taraf da kabul etseydi, barışı sağlayacak olan bir anlaşmayla Ukrayna’nın tarafsız kalması ve NATO üyeliğinden feragat etmesi, bunun karşılığında güvenlik teminatları öngörülmüştü. Ancak ABD ve İngiltere önderliğindeki Batı, ateşkes ve diplomatik yollarla mutabakat sağlanması yönündeki çabalara verdiği desteği geri çekti. Müzakere yoluyla çözüme varılması çabalarının başarısızlığa uğramasının yol açtığı sonuç, her iki tarafta da 200 binden fazla askerin ölmesi ve yaralanması, ayrıca 40 bin sivilin hayatını kaybetmesine ve yaralanmasına ve milyonlarca insanın mülteci konumuna düşmesi olmuştur. Batı kamuoyunda “Ukrayna ile dayanışma” dendiğinde savaşı sonlandıracak diplomatik girişimler değil, silah sevkiyatı akla gelmektedir. Buna karşılık Ukrayna’da insanlar, ABD’nin yolsuzluğa batmış bir oligark hükümetle ittifak halinde egemenlik siyasetiyle peşinde koştuğu hedefler uğruna muharebe meydanında kurban edilmektedir. Bu savaşın tüm alaycılığının bir yönü de bu olsa gerek. 

SİLAH SEVKİYATLARI SAVAŞI UZATIYOR

Batı’nın izlediği Ukrayna’ya daha fazla ve daha ağır silah sevkiyatıyla Rusya’yı askeri açıdan yenilgiye uğratma stratejisi hem aptallığın hem de sorumsuzluğun ifadesidir: Rusya nükleer bir güçtür ve varlığını sürdürmesini sağlayacak çıkarları olarak değerlendirdiği çıkarlarından vazgeçmeye niyeti bulunmamaktadır. Yapılan silah sevkiyatları savaşın uzamasına yol açmakta ve üçüncü bir dünya savaşı yönünde tırmanması riskini doğurmaktadır. Bugün savaştan yanaysanız silah, barış istiyorsanız diplomat gönderirsiniz.

Bugün kimsenin kazanma şansının olmadığı yıpratıcı bir mevzi savaşı tehlikesi mevcuttur. Yaklaşmakta olan bu tehlikeyi göz önünde bulunduran ABD ordusunun genelkurmay başkanı Mark Milley bile artık müzakere zamanının geldiğini görmüştür. Ancak maalesef, bu konuda ABD yönetiminde aklıselimi dile getiren az sayıdaki kişiden biri olan Milley, bu yaklaşımını kabul ettirememiştir.

BİR BUMERANG OLARAK EKONOMİK SAVAŞ

NATO’nun Ukrayna’da sürdürdüğü askeri vekalet savaşına, bugüne dek eşi benzeri görülmemiş ekonomik yaptırımlar eşlik etmektedir. Batı tarafından ilan edilen Rusya’nın bir harabeye dönüştürülmesi veya en azından Rusya’nın savaşma yeteneğini etkileme hedefi, açıkça görüldüğü üzere başarısızlığa uğramıştır. Öte yandan sürmekte olan ekonomik savaş, özellikle Avrupa’da bir bumerang etkisi yaratmaktadır. Özellikle Almanya açısından, bugüne dek kendisi için en önemli enerji tedarikçisi konumundaki ülkeye karşı başlatılan bu ekonomik savaşın sonuçları dramatik boyutlardadır ve bir bütün olarak Alman refah modeli tehdit etmektedir. Almanya’da çalışanlar, yüzde 4,7’lük reel ücret kaybını sineye çekmek zorunda kalmıştır. Bu ise Almanya Federal Cumhuriyeti tarihindeki en büyük kayıp anlamına gelmektedir. Her dört şirketten biri patlama yaşanan enerji fiyatları nedeniyle işçi atmayı planlamaktadır. Bütün sektörlerde iflas tehlikesiyle karşı karşıya kalan ya da üretimi başka ülkelere taşımak isteyen işletme sayısı artmaktadır. ABD ayrıca yüz milyarlarca dolarlık yatırım programlarıyla AB’yi zarara uğratan bu felaketten ek kâr elde etmeye çalışmaktadır.

BİRBİRİNİ PARÇALAYAN YAMYAMLARA DÖNÜŞME

Ekonomik savaş sadece Batı’nın birbirini parçalayan yamyamlara dönüşmesine ve kendi elini kolunu bağlamasına yol açmakla kalmamaktadır. Buna ek olarak bu yaptırımların güney yarımkürenin büyük bir bölümü üzerinde yıkıcı etkilere yol açması göze alınmaktadır. Batı’nın Rusya’ya karşı uyguladığı bu yaptırımlara bağlı olarak enerji ve gıda fiyatlarında küresel ölçekte bir patlama yaşanmıştır. Güney yarımküredeki ülkelerin çoğu büyük ölçüde bu ithalata bağımlıdır. Rusya’nın gerçekleştirdiği gübre ihracatı AB yaptırımlardan dolayı geçen yıl yüzde 15 oranında gerilemiştir. Afrika ülkeleri, dünyanın en büyük gübre üreticisi olan Rusya’nın ihracatına bağımlıdır ve dolayısıyla en başta bu ülkeler yaşanan bu gelişmelerden büyük zarar görmektedir. BM’nin verilerine göre, yaşanan gübre sıkıntısından dolayı tahıl hasadında küresel düzlemde geçtiğimiz yıl yüzde 2,4 oranında düşüş yaşanmıştır.

BATI, GÜNEY YARIMKÜREDE MİLYONLARI AÇLIĞA MAHKUM EDİYOR

Afrika ülkeleri açısından hayati öneme sahip gübre sevkiyatını sekiz ay boyunca engelleyen AB, aralık ayında kararlaştırılan dokuzuncu yaptırım önlemleri paketinde bu konuda bazı muafiyetler öngörmüştür. Böylece yaptırımların gıda maddeleri ve gübre ihracatı açısından herhangi bir etkisinin olmadığına dair iddiasının büyük bir yalandan ibaret olduğunu kendisi deşifre etmiştir. Bu gerçeğe rağmen, Rusya’nın ürettiği ve yaptırımlara bağlı olarak bloke edilen 300 bin ton gübrenin büyük bir kısmının hâlâ Avrupa limanlarının terk etmesine izin verilmemektedir. Böylece AB, BM Tahıl Anlaşması çerçevesinde Rusya’ya verilen gıda ve gübre yaptırımlarıyla ilgili ihracat kısıtlamalarının kaldırılması taahhüdünü engellemeye devam etmektedir.

Batı, Rusya’ya kıtlık sorununu bir silah olarak kullanma suçlamasını yönetmektedir. Diğer yanda Rusya’yı harap etmek şeklindeki savaş hedefine ulaşmak için, güney yarımküredeki milyonlarca insanın açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalmasını göze almaktadır. Batı’nın sergilediği bu çifte standart, onun Rusya’yı uluslararası düzlemde tecrit etme çabalarının başarıya ulaşamamasının nedenlerinden birisidir.

GÜNEY YARIMKÜRE YAPTIRIMLARA DİRENİYOR

Batı kamuoyunda, Ukrayna savaşı konusunda kuzey ile güney yarım küre arasında ortaya çıkan yaklaşım farkı görmezden gelinmektedir. 193 BM üyesi ülkenin 40’ından daha azı Rusya’ya yaptırım kararı almış ve sadece yaklaşık 30 ülke Ukrayna’ya askeri destek taahhüdünde bulunmuştur. Dolayısıyla Rusya’nın “uluslararası toplum” tarafından izole edilmiş olması söz konusu değildir. Tersine; Çin ve Hindistan gibi büyük ülkeler günümüzde Rusya ile ekonomik ilişkilerini derinleştirmektedir.

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla yeni bir çağ açan bir kırılma yaşandığı ve uluslararası hukukun eşi benzeri görülmemiş bir şekilde ihlal edildiği iddia edilmektedir. Bu iddialar güney yarımküre ülkelerinde anlayışla karşılanmamaktadır. ABD’nin yürüttüğü pek çok yasadışı savaş ve NATO tarafından işlenen ağır insan hakları suçları, sivil altyapı tesislerine yönelik bombalamalar, insansız hava araçlarıyla işlenen cinayetler, yargısız infazlar ve uluslararası hukuku işine geldiği ve seçici bir şekilde kullanması, Batı’nın inandırıcılığını ve uluslararası hukuk düzenine kurallarında dayalı çaba verdiği yönündeki iddialarını güçlendirmemiş, tam tersine zayıflatmıştır.

DÜNYADAKİ ÇATIŞMALARIN YÜZDE 90’I ORTADOĞU VE AFRİKA’DA

Güney yarımküre ülkelerinin temsilcileri haklı olarak, bugün gözlerden ırak tutulan diğer pek çok savaş ve çatışmaya işaret etmektedir. Örneğin Malili insan hakları aktivisti ve eski Kültür ve Turizm Bakanı, Ocak ayında Berlin’de düzenlenen bir konferansta, dünyadaki silahlı çatışmaların yüzde 90’ının Ortadoğu ve Afrika’da yaşandığına ve AB ülkelerinin neokolonyal politikalarıyla bunda büyük rol oynadıklarına dikkat çekmişti. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) Etiyopyalı Genel Sekreteri Tedros Adhanom Ghebreyesus da (bir alıntı yapacak olursam) şöyle diyordu: “Dünya insanlığa eşit davranmıyor”. Etiyopya, Yemen, Afganistan ve Suriye’de devam etmekte olan krizlere yönelik ilginin ve kaygının giderek azalması karşısında ise haklı olarak şu tespitte bulunuyordu: “Kimileri diğerlerinden daha eşittir.”

Güney yarımküre ülkelerinin Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımlara katılmamaları durduk yere ortaya çıkmış tesadüfi bir durum değildir. Bu tutum, pek çok devletin Batı’nın yaptırım politikasından kaynaklı dramatik sonuçlardan dolayı yaşadığı acı tecrübenin ifadesidir. Şunu açıkça ifade etmek isterim: Bu yaptırımlar bir savaş eylemidir. Ya da Carl von Clausewitz’in sözüyle ifade edecek olursak: “Yaptırımlar savaşın ekonomik araçlarla devam ettirilmesidir.” Söz konusu yaptırımlar, sivil halkın yoksullaşmasına, sefalete sürüklenmesine ve hayatını kaybetmesine bel bağlayarak, her daim doğasında bir şiddet unsurunu da barındırır. Irak’ta 1990’lı yıllarda 500 bin çocuğun yaptırımlar nedeniyle ölmesi ve dönemin ABD Dışişleri Bakanı Albright’ın bu ölümleri “ödenen bedele değdi” şeklinde yorumlaması bu gerçeğin ifadesidir. Batı on yıllardır, arzuladığı rejim değişikliklerini hayata geçirmek ve demokratik egemenliklerini neokolonyal sömürünün sınırlarının ötesine geçen bir bağımsız kalkınma için kullanmak isteyen ülkelere boyun eğdirmek amacıyla askeri işgal araçlarının yanı sıra yaptırımlar ve ekonomik kuşatmalar da kullanmaktadır. ABD’nin uluslararası hukuku ihlal ederek Küba’ya yönelik uyguladığı insanlık dışı kuşatma 60 yılı aşkın bir süredir devam etmektedir ve her yıl milyarlarca dolar zarara yol açmaktadır. Bu arada izninizle, Washington merkezli Ekonomi ve Politika Araştırmaları Merkezi (Center for Economic and Policy Research - CEPR) tarafından yapılan bir araştırmaya göre, 2017-2019 yılları arasında ABD yaptırımları nedeniyle Venezuela’da 40 bin kişinin hayatını kaybettiğini hatırlatmak isterim.

Batı’nın başarısız izolasyonist stratejisi karşısında sergilenen bu özgüvenli tepkiler, küresel güç yapısındaki tektonik yer değiştirmelerin de bir yansımasıdır. Batı’nın ve onun lider gücü ABD’nin göreceli gerilemesine, yükselen güçlerin hızlı ekonomik kalkınması, özellikle de Çin’in dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve inovasyon ve teknolojiyi ilerletici bir güç haline gelmesi eşlik etmektedir. Dolayısıyla bu gelişmeler, güney yarımkürenin büyük bölümünün neokolonyal tahakkümünde Batı açısından giderilmesi gereken önemli bir engel olarak görülmektedir. ABD Başkanı Biden, Çin’i sebepsiz yere baş düşman ilan etmemiştir. Aynı şekilde Haziran 2022’de Madrid’de düzenlenen NATO zirvesinde de Çin ilk kez açık bir şekilde “sistemik bir meydan okuma” olarak hedef tahtasına konulmuştur. Batı, “demokrasiler” ve “otokrasiler” arasında sistem içi bir rekabet ilan etmiştir ve burada asıl derdi, kendi hegemonyal üstünlüğünü savunmaktan başka bir şey değildir. Batı’nın buna paralel olarak ilerleyen askeri yayılma ve çatışma politikası, örneğin Hint-Pasifik bölgesinin askerileştirilmesinde ifadesini bulduğu gibi, gerginliğin tırmanmasına yol açabilecek muazzam bir potansiyel barındırmaktadır.

Nükleer savaş tehlikesini ve ilerleyen iklim değişikliğini göz önünde bulundurduğumuzda, 24 Ocak tarihinde Kıyamet Saati’nin biraz daha ileri doğru sarıldığını gördük. Dolayısıyla harekete geçmek her an daha acil hale gelmektedir. Peki bugün varlığımızı tehdit mevcut durumdan çıkış yolu nasıl bulunabilir?

AVRUPA GÜVENLİK YAPISI

Ukrayna’daki savaşın hem bölgede hem de dünyanın geniş kesimlerinde insanlar üzerinde yarattığı dramatik etkiler ve nükleer gerginliğin giderek tırmanması tehlikesi giderek büyümektedir. Bu gelişme göz önünde bulundurulduğunda, savaşın sona erdirilmesi öncelik kazanmaktadır. Hemen hemen bütün savaşlarda olduğu gibi, bu savaşın da ancak müzakereler yoluyla çözülmesi mümkün olacaktır. Çatışmanın asıl kaynağını, NATO sorununu ya da Ukrayna’nın tarafsızlığını bir kenara bırakarak barışçıl bir çözüme ulaşmak mümkün olmayacaktır. Kırım da dahil olmak üzere Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün tam olarak yeniden tesis edilmesi gibi gerçekçi olmayan talepler, uzlaşmacı bir çözümü ta en başından ihtimal dışı bırakır. An itibarıyla ne kadar imkânsız görülürse görülsün, uzun vadede Avrupa’da barış ve güvenlik ancak NATO’nun çatışma ve yeniden silahlanma politikası tarafından çizilmiş sınırların ötesine geçen bir Avrupa güvenlik yapısı ile mümkün olacaktır. 

AVRUPA’NIN, ABD’NİN ÇİN SAVAŞINA DAHİL OLMASI ÖNLENMELİ

Bunun ön koşulu Avrupa’nın ABD’nin baskınlığından kurtulması ve bağımsız, egemen bir dış politika ve güvenlik politikası izlemesidir. Bunun temelinde ise, diplomasi ve çıkarların uzlaştırılması yoluyla barış içinde bir arada yaşamayı amaçlayan çabalar yer almalıdır. Bunun bir parçası da Batı ile Çin arasındaki çatışmanın şiddetlenmesini önlemek ve ABD’nin Çin’e karşı sürdürdüğü ekonomik savaşa Avrupa’yı da dahil etmesine izin vermemektir. Sadece kendi ülkesindeki insanların çoğunluğunun çıkarlarına uygun hareket ederek, yıkıcı bir kopuşun yol açacağı dramatik sonuçlardan kaçınmak için bile, bunu başarmak gerekir.

Ancak, bugün karşımızda duran sorunlar çok farklı. Latin Amerika’da olduğu gibi Küba ve Avrupa’daki Bolivarcı devrimlerden ziyade, komprador burjuvazilerle karşı karşıya olduğumuzu açıkça görmeliyiz. Bu güçler, sadece ABD şirketlerinin çıkarlarını ve Washington’dan gelen dış politika talimatlarını takip etmekte. ABD, Avrupa’ya arka bahçesi muamelesi yapmakta ve tıpkı Japonya’nın Çin’e karşı yaptığı gibi, Avrupa’yı ve özellikle Almanya’yı Rusya’ya karşı ateş hattına itmeye çalışmaktadır. Federal Hükümetin Ukrayna’ya ağır savaş tankı göndermesi konusunda diz çökmüş olması, bunu gözler önüne sermektedir. Bu çerçevede, Avrupa’nın demokratik özgürleşmesi bir olmak ya da olmamak meselesine dönüşmüş, bir varoluş sorusu haline gelmiştir.

Güney yarımküre ülkelerinin birçoğunun ateşkes ve diplomatik çözüm sayesinde savaşın bir an önce sona erdirilmesi yönündeki akıllı ve yüzünü gelecekten yana dönmüş olan talebi, Batı halklarının çoğunluğunun bir an önce barış, güvenlik ve istikrara kavuşulması yönündeki arzusuyla örtüşmektedir. Günümüzün görevi, ortak olan bu çıkarı barışa ulaşmak ve sonraki dönemde korumak için daha verimli hale getirmektir.

Güney yarımküre ülkeleri açısından, bugün gözlemlenmekte olan çok kutuplu bir dünya düzenine doğru ilerleme trendi, aynı zamanda büyük bir fırsat da sunmaktadır. Özellikle, dünya nüfusunun yüzde 40’ını oluşturan BRICS ya da Şanghay İş Birliği Örgütü gibi uluslararası grupları önemli bir ekonomik ve jeopolitik ağırlığı temsil etmektedir. Onların yanı sıra CELAC ya da Afrika Birliği gibi hegemonya karşıtı bölgesel örgütler de, uluslararası ekonomik ilişkilerin yeniden müzakere edilmesi ve demokratik egemenliğin yeniden kazanılması için gerekli potansiyele sahiptir.

LATİN AMERİKA’DAKİ İKTİDAR DEĞİŞİMLERİNİN ÖNEMİ

Latin Amerika’da tarihte ilk defa bölgenin en büyük altı ekonomisi sol veya merkez sol hükümetler tarafından yönetilmektedir. Latin Amerika’daki bu son siyasi gelişmeler de kendi kaderini tayin eden bölgesel entegrasyonu belirleyici düzeyde ilerletebilir. Burada Yeni Dünya Ekonomik Düzeni konusunda fikir alışverişinde bulunuyorsak, 18 yılı aşkın bir süre önce Fidel Castro ve Hugo Chavez tarafından kurulan bölgesel alternatif ittifak olan Latin Amerika için Bolivarcı İttifak’ın (ALBA) tecrübelerinin, dayanışmacı ve birbirini karşılıklı olarak tamamlayan bir ekonomi için belirleyici bir öneme sahip olduğunu da göz önünde bulundurmalıyız.

Savaş, neokolonyal sömürü, artan eşitsizlik ve çevresel yıkım göz önünde bulundurulduğunda, Batı’daki ve Güney’deki ilerici güçlerin ortak görevi, neoliberal küreselleşmenin çizdiği sınırları aşarak dünyada dengeyi sağlamak için yeni, daha adil çok taraflı alternatifler üzerinde kafa yormak ve bunları gerçeğe dönüştürmektir.

Başka bir dünya mümkündür, buna dair umudumuzu kaybetmiyoruz. (DIŞ HABERLER)




ETİKET :  

Tümü
UA-147632479-1